8 Kasım 2010 Pazartesi

Huzur


Han’ın önünde yavaş yavaş toplandığımız o sabah bomba patladı. Şişhane’den değil de meydandan girseydik İstiklal'e ölür müydük? Garip olan, anlar ve mekanlar. Ölüm normal ve en güvenilir şey bu hayattaki. Aslında hayat değil de sınırdaki ya da sınırın öbür tarafındaki desek daha doğru. Yine sıradan olan bombalar, hele ki Taksim’de. Önceden buradan bir an evvel gitmek istiyordum, şimdi başka yerde yaşayabileceğimi sanmıyorum. Çünkü her anı üstüme siniyor, karakterim oluyor. Üstünde tepindiğim bir şehrim ben. Bu şehrim. Kalbimi köpük köpük deniz yarıyor; üstüne bir köprü kuruyorum, onu da o ucuz ışıklarla aydınlatıyorum.

Narmanlı Han’ın avlusunda okuyoruz. Huzur’u arayan aşık Mümtaz’ı anlamaya çalışıyoruz. Huzuru ancak arayabiliriz zaten ve bu şekilde en güzel yolculuklara çıkarız. Gerçi Mümtaz başka bir şekilde buluyordu da... Ahmet Ümit okuyor, duruyor, anlatıyor, gülüyoruz. Hep birlikte Tanpınar’ın yemek yediği lokantaya gidiyoruz. Yüzlerini görmediğim ama maille önceden bana bugünü soran konuklarımızla tanışıyorum. Beyazıt’ta güvercinleri seyrediyordu ya Mümtaz, biz de bu mütevazı toplulukla Tünel’den oraya geçip, kuşlara yem atıyoruz ve yine okuyoruz. Ardından sıra sahaflar çarşısına geldi. Arkamı ağaca verdim, en sevdiğim kısmı okuyorum ve o kadar mutluyum ki! “Fakat şark, hiçbir yerde hatta mezarında bile katıksız olamazdı” Artık bu çarşıda dersane kitapları satıyorlar, ama Tanpınar Sahaflar’ı öyle canlı anlatıyor ki, ben o eskimiş seccadeli dükkanları, vitrinlerinde balıkçılık kitaplarını ve kapakları resimli romanları görür gibi oluyorum. Sonra Medrese'ye gidiyoruz; elma çayı, nargile içiliyor. Bizim kahveler geç geliyor. Konuklarımıza burası son durak diyoruz ama gitmiyorlar. O kadar tatlılar ki uzun uzun sohbet ediyoruz, henüz tanıştığımız bir sürü kişiyle senden bahsediyoruz Mümtaz.

 
Ve ben yine İstiklal’e dönüyorum. Belki ikinci bir bomba vardır diye! Bir film izliyoruz 13 dakikalık, Hemingway var içinde. Ne karizmatik adam şu Hemingway! Aklıma Dietrich geliyor onu görünce. Hemigway Dietrich'le olan aşkını ne de güzel anlatmıştı. Bir de ölümü. Avusturya bombası yüzünden hayat-ölüm çizgisinde gidip gelmiş ve o anı anlatırken ruhunu bir mendile benzetmişti.
Filmden çıkınca arkadaşımla dertleşiyoruz, anlatıyor canının nasıl yandığını. Ona güzel şeyler söylüyorum, gerçek mi bilmiyorum ama yalan söylemiyorum. Onu silkelemek ve cebimdeki mutluluğumdan çıkarıp vermek istiyorum. Cebimde her zaman biraz var. Bombadan dolayı meydan hala kapalıdır diye arka sokaklara dalıyoruz. Yollar, ışıklar hepsi bir arabaya binmiş gidiyorlar, bir biz duruyoruz. Taksim’den Kabataş’a iniverdik bir anda. Ve yine o ucuz ışıkları görüyorum, yeşil yanıyor bu kez.

Geçiyorum sonra, bunları da geçiyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder