20 Aralık 2010 Pazartesi

5 Aralık 2010 Pazar

bir tane masal biliyorum galiba

biri yıldızlara çıkmış zamanında, 
zıplıyormuş oralarda
bir gün ışık hızında yere çakılmış 
artık bu dünyadanmış. 

2 Aralık 2010 Perşembe

Üsküdar Ilık

Akdeniz tuzuyla çöker içime
Karadeniz sola seyreder
Adı boğaziçi olur
Martılar çırpar da ayaklarını akıntıya inat
Belki bir balık sürüsü ümidiyle...
Oltayı bir sallasak üç martı tutarız!
Bir tüfek aldım elime,
Dalga geliyordu kaçırdım
Ben üç balon vurdum beş deneyişte.
Baloncu gitmek istedi;
Zabıta geliyormuş
Belki yalandan...
Mısırcının bir mısır için bozuğu yokmuş;
Veremedi para üstünü,
Belki yalandan...
Bir tane de lale satmak istemiyor o Roman
Onun da bozuğu yokmuş
Doğru mu?
Koparılmış çiçek sevmem aslında
Gidelim mi Emirgan’a?
Geç de oldu kaçırdım
Kocaman açmış, birkaç güne solarlar
İşte yine tekne geliyor bu yana,
Alıp götürse ya Sarayburnu’na!
Ben o avluda otursam,
Yaslansam soğuk mermer taşlarına
Ve keşke dalabilsem en duru hatıraya...

Nisan-2010

8 Kasım 2010 Pazartesi

Huzur


Han’ın önünde yavaş yavaş toplandığımız o sabah bomba patladı. Şişhane’den değil de meydandan girseydik İstiklal'e ölür müydük? Garip olan, anlar ve mekanlar. Ölüm normal ve en güvenilir şey bu hayattaki. Aslında hayat değil de sınırdaki ya da sınırın öbür tarafındaki desek daha doğru. Yine sıradan olan bombalar, hele ki Taksim’de. Önceden buradan bir an evvel gitmek istiyordum, şimdi başka yerde yaşayabileceğimi sanmıyorum. Çünkü her anı üstüme siniyor, karakterim oluyor. Üstünde tepindiğim bir şehrim ben. Bu şehrim. Kalbimi köpük köpük deniz yarıyor; üstüne bir köprü kuruyorum, onu da o ucuz ışıklarla aydınlatıyorum.

Narmanlı Han’ın avlusunda okuyoruz. Huzur’u arayan aşık Mümtaz’ı anlamaya çalışıyoruz. Huzuru ancak arayabiliriz zaten ve bu şekilde en güzel yolculuklara çıkarız. Gerçi Mümtaz başka bir şekilde buluyordu da... Ahmet Ümit okuyor, duruyor, anlatıyor, gülüyoruz. Hep birlikte Tanpınar’ın yemek yediği lokantaya gidiyoruz. Yüzlerini görmediğim ama maille önceden bana bugünü soran konuklarımızla tanışıyorum. Beyazıt’ta güvercinleri seyrediyordu ya Mümtaz, biz de bu mütevazı toplulukla Tünel’den oraya geçip, kuşlara yem atıyoruz ve yine okuyoruz. Ardından sıra sahaflar çarşısına geldi. Arkamı ağaca verdim, en sevdiğim kısmı okuyorum ve o kadar mutluyum ki! “Fakat şark, hiçbir yerde hatta mezarında bile katıksız olamazdı” Artık bu çarşıda dersane kitapları satıyorlar, ama Tanpınar Sahaflar’ı öyle canlı anlatıyor ki, ben o eskimiş seccadeli dükkanları, vitrinlerinde balıkçılık kitaplarını ve kapakları resimli romanları görür gibi oluyorum. Sonra Medrese'ye gidiyoruz; elma çayı, nargile içiliyor. Bizim kahveler geç geliyor. Konuklarımıza burası son durak diyoruz ama gitmiyorlar. O kadar tatlılar ki uzun uzun sohbet ediyoruz, henüz tanıştığımız bir sürü kişiyle senden bahsediyoruz Mümtaz.

 
Ve ben yine İstiklal’e dönüyorum. Belki ikinci bir bomba vardır diye! Bir film izliyoruz 13 dakikalık, Hemingway var içinde. Ne karizmatik adam şu Hemingway! Aklıma Dietrich geliyor onu görünce. Hemigway Dietrich'le olan aşkını ne de güzel anlatmıştı. Bir de ölümü. Avusturya bombası yüzünden hayat-ölüm çizgisinde gidip gelmiş ve o anı anlatırken ruhunu bir mendile benzetmişti.
Filmden çıkınca arkadaşımla dertleşiyoruz, anlatıyor canının nasıl yandığını. Ona güzel şeyler söylüyorum, gerçek mi bilmiyorum ama yalan söylemiyorum. Onu silkelemek ve cebimdeki mutluluğumdan çıkarıp vermek istiyorum. Cebimde her zaman biraz var. Bombadan dolayı meydan hala kapalıdır diye arka sokaklara dalıyoruz. Yollar, ışıklar hepsi bir arabaya binmiş gidiyorlar, bir biz duruyoruz. Taksim’den Kabataş’a iniverdik bir anda. Ve yine o ucuz ışıkları görüyorum, yeşil yanıyor bu kez.

Geçiyorum sonra, bunları da geçiyorum.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Rüyamın anlamını artık biliyorum

1500 yıllık camii. Yani önceden kiliseymiş. Yazıhanenin yüksek penceresinden ve çatısından çatısı görünürdü. Bitişik gibiydi. Baban öğle yemeğinden kalan pideleri o çatıya atardı. Martılar için. Çok iri hayvanlar tavuğa benziyor, üstüne bir de uçuyorlar, bir türlü sevemedin. Uzaktan uzaktan. Küçücüktün ya, sanki o çatıya sen çıksan, seni bile yerler sanıyordun. Sonra daktilonun başına oturur, telefonlara bakardın; hesap makinesinde güya hesap yapardın. Her türlü insan gelirdi oraya, çok farklı görüşte bir sürü adam tartışırlardı. Öğrenciler de gelirdi; baban kitap hediye ederdi onlara. Ve o eski kitap kokusu hiç bitmedi; salonunuzda da hala var. Makinelerin sesine alışıyordunuz zaten. İçerisi mis gibi kağıt ve tutkal kokuyordu. Bir tek Saffet Amca Galatasaraylı’ydı. Baban içeriyi dolaşırken yanından ayrılmazdın. Ellerin arkada onun gibi yürürdün. Bir de yazıhanedeki metal dolabın üstünde bir mor kelebek vardı, mıknatıslı. Gider gelir gözün oraya takılırdı, orada uzun süre öylece kalırdın. Sana konu komşu minik kelebeğim diye, baban da minik kuşum diye hitabederdi. Ama başka bir şey demeliydiler değil mi? Aslanım falan gibi. Bugün niye bu kadar kolay incindiğini de biliyorsun artık. Bir mimar bir de avukat amca vardı yanınızda, çok dil biliyorlardı. Adını Japon alfabesiyle yazıyorlardı; Japon kız diyorlardı sana. Baban cumartesileri ya kardeşini ya seni götürürdü. İkinizi götürünce kavga ediyordunuz çünkü. Konyalı’nın önünde durur ‘sulu börek’ alırdınız. Bir de o meyveli küçük pastalardan. Merdivenden çıkınca bağırırdın “oralet içicem” diye. Yazıhanede haftanın o en güzel gününde kahvaltı yapardınız.

Sonra babanlar taşındığında orası yıkıldı. Camii restore edildi; o hanın olduğu yere camiinin bahçesi yapılmış. Bugün, önce bir idrak edemedin: “Baba tam olarak neredeydi buradaydı di mi?” Annen durup durup sordu zaten, burda mıydı kapısı nerdeydi diye. Sen annene güldün. “Anne buradaydı işte” dedin. Annen “Ben bir garip olurum böyle. Böyle yıkılan, terk edilen yerlerde.” dedi.

Ben de bir garip oluyorum anne çok hem de, çok.

Camiiye girdik. Avlusunda dolaştım. Ufacık zaten. Bir kenarına da ufacık sanat merkezi gibi bir şey iliştirmişler. İki kişi ney üflüyordu. Çiniler vardı, hatlar... Sonra avludan çıktım. Kapısında beklerken bir turist tek başına dolaşıyordu; yaşlıca uzun boylu bir adam. Çeşmeden sicim gibi akan suyu kapattı. Kapıdan çıkarken çekingen bana gülümsedi. Bugün pek çok Koreli de bana gülümsedi. Artık tebessüm etmeye, başımızla selam vermeye bile çekiniyoruz değil mi? Bugün alt üst mü oldum, kendimi mi buldum, biraz da yıkılan o handa sanki bir küçük kız çocuğu bıraktım gibi hissettim ama sonra o his geçti. Çünkü o kız benimle birlikte büyüdü biliyorum.


26 Eylül 2010 Pazar

Benim (500) Days of Summer'ım

Dikkat! Bu yazı SPOILER içeriyor.


Galiba sadece anlaşamadığımız konusunda anlaşacağız demişti Summer. Karaoke gecesinde bir masada Tom’a aşka inanmadığından bahsediyordu. Summer’la Tom’dan konuşalım biraz. Tom aşıktı değil mi ve anlatacak bir hikayesi vardı. Kuralı olan bir acısı: Aşk acısı. Sonra yazarın başlangıçtaki notuyla birlikte Summer’a yüklendik. Film her ne kadar Tom’un etrafından anlatılsa da bir daha izlerseniz eğer, bir de Summer’ın gözünden bakın filme. Ayrılmadan önceki tavırlarına bakın, The Graduate filmini izlerken neden hüngür hüngür ağlıyordu? Film baştan uyarıyordu. Bu bir aşk hikayesi değil. Sevip de kavuşamayanların hikayesi değil. Arada sınıf farklılığı ya da o türlü dağlar engeller yok. Çok  daha başka bir boşluk var: Aşık olmak zorunda hissetmek. Bundan dolayı ne yapacağınızı bilemez ve bir türlü gidemezsiniz, kalsanız bir türlü anlayamazsınız ne olup bittiğini. Aşık olabilmek dünyanın en şahane olayı, ama yoksa yoktur ve bu yüzden suçlanabilecek kimse de yoktur. Summer seviyordu ama aşk başkaydı o başka dünyadan gelir ve başka bir dünyaya götürürdü. Ve Summer gitmeyi bilmişti, bunu becerebilmişti. Şimdi aşkı bir elbiseymiş gibi giymeye çalışan insanlara çok üzülüyorum. Ne gitmesini ne kalmasını bilecekler. Bu yüzden suçlanacaklar. Ve evet Tom haklıydı. Bence de insan aşkı, hissettiğinde anlıyor.

Bir de filmin soundtracklerinden Bookends adam öldürüyormuş

11 Eylül 2010 Cumartesi

Esiyor, Çok


Bugün hava çok rüzgarlı ve ben rüzgarlı havaları hiç sevemedim. Neredeyse hergün Esentepe diye bir yerdeyim, hakikaten de esiyor; püfür püfür.Etek falan giyemezsin ama giyiyorlar, komik bir şekilde yürüyorlar. Herbir şey uçuşuyor. Ve ben rüzgarlı havalarda dolaşırım. Ya da ben dolaştığımda rüzgar çıkar. Tamam o kadar da değil ama bana bağlı bir hava durumu olsun isterdim; diğer insanlara ayıp olmasın. En azından yağmur istediğimde bulutumu tepemde dolaştırabilmeyi, bir balon gibi, ipi sarkmış olsa, istediğimde uçurabilmeyi...

Hem bazı bulutlar turuncu oluyor akşamları. Benim renkli uçan balonlarım gibi. Hayatımdaki garip tevafuklar beni hüzün denizine sokuyor. Ama boğulmayı bir süre önce bıraktım. Bir de böyle havalarda yazıyorum, o kadar beğenmesem de yazıyorum. Çok yazıyorum. Hava durumu bana değil de benim ruh halim ona çok bağlı. Bir de rüzgar beni çok yoruyor, çarpıyor resmen, feci uykum geliyor. Dün dalgalar vapuru da çok dövdü. İşte hep rüzgar yüzünden. Ya fırtınaya dönerse dedim kendime, kimseye söylemedim. Beni rüzgardan korur musun?

Hani eylülü ben çok seviyorum ya. Hem de bana güzel şeyler getirdiğinden. O bahsettiğim eylül günü eğer rüzgarlı olacaksa bile, akşamına durulacak bunu benim için yapacak.

10 Ağustos 2010 Salı

Hayat, Siz Başlık Ararken Annenizin Börek Açmasıdır

Gökyüzü antrasit rengi. Terasta üşüyorum (ki üşümek hiç bu kadar kıymete binmemişti) yorgunum uyukluyorum ama internet sitesine Tanpınar Etkinliği ile ilgili yazı yazmam gerek, ayrıca dünyada bir ilki gerçekleştireceğimiz (hakikaten ilk) Tübitak projesine başlıyoruz.

Bil bakalım kim söylüyor bu gece? Jeff Hallelujah’ı söylemeden derin bir nefes alıyor. Siz bilmezsiniz belki ama o aynı zamanda çok güzel ninni de söylüyor.

Hayatımdaki şeylerin bir ortası, bir ortalaması yok. Sabahleyin gökdelenlerin arasına düşüyorum, bir sürü noktayız orada. Atari oyunu gibiyiz. Akşam olup da sabahı düşününce “nereye koşuyordun Ece?” diyorum. Dosyaların altında kalıyor görüyorum kendimi. Sonra Pacman oluyorum bütün dosyaları yiyorum. Eve geliyorum tık yok, çaktırmadan çiğ yağıyor. Gün içinde sanki iki farklı gezegene uçuyorum. Sonra insanoğlu kuş misali falan diye espri yapıp zehirliyorum kendimi. Bu arada secret yaptığım(!) şeyler hergün gözümün önünde. Secret yapmam kolay olsun, etkili olsun diye evet. Onlar neler söyleyemiyorum. Zaten hayalleri anlatmakla ilgili görüşümü biliyorsunuz. Bu yüzden lütfen sessizlik.

Bazı şeyleri çok ciddiye alıyorsunuz değil mi? Sürekliyse iyi değil, hiç değil. Bir dakika sonra bu yazdıklarımı unutun mesela, zaten unutulmayacak gibi değil. Kendime kafalardan kafa beğeniyorum şu an. Bugün varım yarın çokum.

24 Temmuz 2010 Cumartesi


Bazı şarkılardan sağ çıkamıyorum.

16 Temmuz 2010 Cuma

Buralar Hep Sahneymiş

Mavi boncuklu, altın küpeleri takınca, o küçük kız oluyorum. Diş izleri bile var. Büyük ihtimalle en büyük halam aldı bunları ona.

Hatırlıyorum bana bir tiyatro sahnesi düşün demiştiniz. Oyun sadece benim için oynanacaktı. Gözümü sahneden ayırmadan orta sıranın, ortasındaki koltuğa oturdum. Sahnede iki sandalye, bir masa vardı. Sağ kapıdan aynı bana benzeyen biri çıkıyordu. O kız geleceği çok güzel hayal ediyor, öteleri görmek istiyordu. Sol kapıdan çıkan ve yine bana tıpatıp benzeyen kız ise hep çocuk kalmak istiyordu. Bana hangisi sensin diye sormuştunuz. Sağ kapıdan çıkan kız dedim; yalan söylemedim, misyon yükledim.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

Yok Ben Transit Geçiyorum


Büyük bir kazadan ya da dünyanın herhangi bir ülkesindeki doğal afetten sonra, hayatta kalan insanlara mutlulukla karışık şaşırırız ya

Ben de sabah akşam İstanbul trafiğinde “Nasıl ölmedim ben ya?” deyip duruyordum. Daha geçen gün en ufak bir esintide uçmaya müsait bu bünyeye araba çarptı; sonra bir minibüs hızla, içinde bulunduğum arabayı sıyırdı geçti. Çılgınlar gibi eğleniyoruz değil mi gençler?

Mesela yolculuk esnasında pencereden dışarıyı seyretme zevki falan kalmadı. “Aha arabanın önüne atladı; aha çarptı.” Kalbimiz ağzımızda yolculuk yapıyoruz. Çünkü herkes ana caddeleri, duyduğu köy özlemiyle tarla falan sanıyor.

Katil ya da maktul olmak inan işten değil.

Hani var ya tutamazsın da kendini üst geçit falan dinlemeden...

Bir ümitle ya geçersem karşıya dersin hep,

Bile bile yasak olduğunu

*Bu dörtlüğü lütfen Sezen’den "Bile Bile" şarkısı bestesiyle okuyalım, birkaç kelime dışarı taşıyor farkındayım.

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Yağmur ya da Yağmur

Aylar önceki “Çok doldum, çok bulantı oldu; kusmayı bekliyorum” notuma ithafen

Kimi zaman öyle talan olur ki içiniz, her şeyin adı unutulur, düşünce yok olur. Bulutlar göz hizanızda yeryüzüne iner, bu yüzden hep sislidir o vakitler. Birkaç eşin dostun sesi sizin dağlarınıza çarpar, yankı olur. Bu taraftan hiç cevap gitmez.

Alev alan tarihi bir binanın cayır cayır yanışını seyretmek gibi. Düşen bir iki damla yaş hep az gelir söndürmeye. Buna rağmen bilinir ki kimyasal reaksiyon gerekir.

İtfaiye gecikmez, hiç yola çıkmamıştır çünkü.Karlar da hiç düşmemiştir

(Bina çıra gibi yanar) Sonra bütün mahalleyi siz ateşe verirsiniz.

ve geriye hep küller kalır..

-Bütün o cümbüş bu küller içindi-

İşte o zaman bir fırtına çıkar, siz uçuşan küller içinde bağdaş kurup hikayeler anlatmaya başlarsınız. Hikayeler her bir kül zerresine tutturulmuş vaziyette uçar gider ve her bir yer sizin küçük seslerinizle dolar. Bulantılar geçer, yağmur tekrar gökyüzünden yağmaya başlar.

......

Bugün bu şehirde, yağmur taa yukarıdan şakır şakır avuçlarıma yağıyor.



27 Haziran 2010 Pazar

Be Careful What You Wish For - Brad Holland


Secret yapmak ya da yapmamak değilmiş mesele, ne için secret yapacağınmış.

16 Haziran 2010 Çarşamba

BOYALI

Elinde boya izi olmalı

-O izleri severim-

Yoksa sorarlar adama

“Bu tabloları sen yapmamış mıydın?”

12 Haziran 2010 Cumartesi

UÇUYORSAM EĞER



Sessizce sustum. Yani hiç düşünmedim. Aklımı çaldırdım, polis rapor tuttu, soru sordu. Soru yok dedim,aklım da kalsın, istemem.

Yürüdüm, huzur geldi, akıl gidince. Çok akıllıydım ya hani, o yüzden yüzümde asimetrik karizmatik çizgiler oluştu, ellerim titrer oldu. Çok akıllıydım ya hani, o yüzden olmadık laflar işittim, sızladım. Ama sızlanmadım. Ben aklım varken de hiç sızlanmadım.

Hani akıl unuturdu? Ben hiç unutmadım. Hiç de ummadım, ummana dalacağımı. Ben mavilerde uçmak istemiştim.

Yürürken denize düşmüşüm, sahilden yürümemişim, direkt yürümüşüm, aklım nerdeymiş benim?

Dalmadım da ayrıca, batıyorum ben

Kaybedecek bir bilincim yok

Aşağı çekiliyorum, elime -ağ olmalı- bir şey takılıyor,

Bir balık kurtarıyorum;

Bana yüzgeç hediye ediyor

-Maviyse gökyüzü, deniz de maviymiş meğer

Ve boğulmuyorsam artık, denizin dibinde uçuyorum.

3 Haziran 2010 Perşembe

PARLAMADAN

Gidebilecekken ötelere –kim bilebilir ötenin de ötesini - daha kırılmamışken kolun bacağın, durmak ama dinlenmemek niye? Baktığın ufuklar ayaklarının dibinde bitiyorsa bilmiyorsundur bile öteleri. Kendi etrafında dönen ışıksız bir pervane, ölüm denilen sona tek başına gidiyor. Çünkü diğerleri ışığın olduğu ötelerde parladıktan sonra ölecek. Uyu güzelce, artık düşünmeden, beklemeden, ışığı bilmeden uyu. Sabahları boşver, değiştirmediler ömrünü. Belki bu kez bir düşe dalmaz, bir düşe varırsın.

2 Haziran 2010 Çarşamba


                                 Bahar son mevsim, sekizinci falan...